ARAPGİR ESİKLİ KÖYÜNE HOŞGELDİNİZ
 
ARAPGİR ESİKLİ KÖYÜ WEB SİTESİNE HOŞGELDİNİZ
esikli  
  Ana Sayfa
  PROGRAMLAR
  KÖYÜN RESİMLERİ
  DİNİ BİLGİLER
  GÜNCEL OLAYLAR
  YENİ VİDEOLAR
  KURAN ÖĞRENİYORUM
  SORULARLA İSLAMİYET
  OSMANLI PADİŞAHLARI
  GÖL DAĞI YAYLASINDAN RESİMLER
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  RESİM GALERİSİ
  NAMAZLA DİRİLİŞ
  FORUM
  Link listesi
  Sayaç
  esikli
  Anketler
NAMAZLA DİRİLİŞ
HAYDİ, NAMAZ SEFERBERLİĞİNE ! ___
 
Hatırlayabildiğiniz kadar gerilere gidin ve şöyle bir hafızanızı yoklayın. Bugüne dek ne çok kampanya, boykot, seferberlik gördünüz. Çoğu kez dünyayla ilgili bir amacı olan bu toplu girişimlerin birçoğuna da katıldınız belki.
Sizi dünya ve ahiretinizi kurtaracak bir seferberliğe çağırıyoruz: Namaz kılmaya, kılıyorsanız dört elle sarılmaya, hiç kazaya bırakmıyorsanız bile huşuyu keşfetmeye ve namaz için çalışmaya var mısınız?
Rabbimizin Kur’an’da 70 kez emrederek en çok önem verdiği ibadet olan namaz, Peygamberimizin (s.a.v.) ifadesiyle, ahirette hesaba çekileceğimiz ilk amelimizdir.
Ne var ki, yüzde 99’u Müslüman olan ülkemizde beş vakit namaz kılanların oranı yüzde 25’tir. Bunların da ara sıra kazaya bırakmak, aceleye getirmek, gereken önemi vermemek gibi problemleri var.
Müslümanların yüzde 75’i niçin namaz kılmadıklarını açıklarken, birçok bahane ileri sürüyorlar. “Kılmasını bilmiyorum.”, “Benim kalbim temiz.”, “Yaşlanınca kılarım.”, “Çok yoğunum, zamanım yok.”, “İş yerinde veya okulda fırsat bulamıyorum.”, “Hastayım.”, “Yolcuyum.” gibi bahanelerle kendilerini kurtardıklarını sanıyorlar.
Oysa namazın önünde hiçbir engel olamaz. Dünya için yığınla bilgi öğrenen insanlar, elbette namaz kılmasını da öğrenebilirler. Kalbi temiz olmak ise, zaten güzel bir namaz kılmanın şartlarındandır. Yaşlanıncaya kadar hiç kimsenin garantisi olmadığı için genç ihtiyar herkes namaz kılmak zorunda. Her şeye zaman bulan insanların, namaza vakit bulamamasını anlamak güç. İsteyen herkes namaz için her türlü ortamda fırsat bulabilir. Hastalık ve yolculuk ise, namaza engel olmaz, sadece kolaylaştırılmasını sağlar.
 
Namazın en büyük engeli, onun ne muhteşem bir önem ve değer taşıdığını bilmemektir. Ne yazık ki, namazı gündeme getirecek ciddi bir faaliyet de yok ülkemizde. Namazın önemini anlatan film, tiyatro, roman, şiir, ilâhî, program neredeyse bulamazsınız.
 
Şükürler olsun ki, bu sahada yazılmış hiç değilse çok güzel kitaplar var.
İşte biz, namaz için yazanlar ve namaz davasına gönül verenler olarak bir araya gelip namazı gündeme getirmeye karar verdik. Bugüne kadar namazla ilgili birçok toplantı, konferans, panel, program yaptık. Namazı anlatan kasetler, VCD’ler, filmler, radyo-TV programları da olsun istiyoruz.
 
Namazı anlamak ve yaşamak için sizi duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Sizi her yerde ve her zaman katılabileceğiniz namaz seferberliğine davet ediyoruz.
Gelin, namazı her yerde, her zaman, herkese anlatmak için çalışın.
Namazın elinden tutun ki, o da kabirde ve sıratta sizin elinizden tutsun.
 
 
Allah’tan başka ilâh yoktur esasına dayanan tevhîd inancı namazla eyleme dönüşür. İslâm’ın ilk farzı tevhîd’e iman, ikincisi namazdır. Yani, İslâm’da ilk farz kılınan ibadet namazdır.
 
Namaz en faziletli, en kapsamlı ibadettir: Allah’ı tesbih ve tekbir etme, O’na hamd, şükür, tevbe ve istiğfar, O’ndan yardım dileme, dua, niyaz ve zikirdir.
 
Peygamberimizin “Dinin direği”, “Müminin miracı”, “Cennetin anahtarı”, “Gözümün nuru” olarak tanımladığı namaz, İslâm’ın olmazsa olmazıdır. Onu terk eden cehenneme sürüklenir: “Sizi cehenneme sevk eden nedir? Derler ki: Namaz kılanlardan değildik!”(Müddessir/42–43)
 
Namaz beş vakit farzdır. Hayatın hızlı koşusu içinde Allah’ı, ahireti, ölümü, görev ve sorumluluklarını unutan insan günde beş kez namazla kulluğunu hatırlar ve yeniden dirilir. Her namaz bir inkılâptır, diriliştir; kul onunla şirk batağından tevhid atmosferine, geçici dünya zevklerinden ebedî ahiret lezzetlerine, şeytanın etki alanından ilâhî huzur iklimine geçer.
 
Bu değişim süreci ezan ve abdestle başlar. Tevhid akidesini en özlü cümlelerle haykıran ezanla namaza ve kurtuluşa çağrılan mümin, abdest alarak etrafını kuşatan şeytanî çemberi yarmaya ve arınmaya yönelir; maddî manevî kirlerden temizlenir. “Allah sizi temizlemek ve size olan nimetini tamamlamak ister.”(Maide/6) Abdest sadece vücudu kir, pis ve pastan temizlemekle kalmaz. Aynı zamanda iç dünyayı da arındırır. Mümin, her azasını yıkarken eliyle, ağzıyla, diliyle, gözüyle, kulağıyla, ayaklarıyla bilerek - bilmeyerek yaptığı tüm günahlara tövbe edip vazgeçmeye karar verir.
 
Tertemiz bir kalp, tertemiz bir beden ve elbise ile Allah’ın huzuruna çıkan kul, yönünü kıbleye yani Kâbe’ye döner. Allah’ın evi olan Kâbe’ye yönelen mümin, kalbini ve düşüncelerini Allah’a odaklar; diğer kıblelerden yüz çevirir. Herkesin bir kıblesi vardır. Yüzünü Kâbe’ye döndüğü halde özünde başka varlık ve değerleri kıble edinenler, gerçekte İstikbâl-i Kıble yapmış olmazlar.
 
Niyeti kalple yapmak esastır. Dilde kalan sözler gerçek niyet olamaz. Zira namaza Allah rızası için durulur.
 
Ellerini kaldırıp “Allâhu ekber” diyen mümin, artık dünyayı, dünyevî düşünce ve kaygıları elinin tersi ile geriye atıp kalbini yüce Allah’a bağlar. Sübhaneke duasını okuyup Allah’ı hamd ile tesbih eder, ismini yüceltir ve O’ndan başka ilâh olmadığını ikrar eder. “Kur’ân okumak istediğinde kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!. (Nahl/98) Şeytanın vesvesesinden Allah’a sığınan kul, E‘ûzü bi’llâhi min’eş-şeytân’ir-racîm der ve besmele ile önce Fatiha’yı, sonra Kur’ân’dan kolayına geleni okur. Namazın her rekâtında Fatiha’yı okuyan kul, Yaratanıyla “kulluk sözleşmesi” ni yeniler. Âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm olan Allah’a Ahiret Günü’nde hesap vereceğinin bilinci içinde, hem kendisi hem de müminler adına söz verir: “Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileriz.” Sonra, doğru yolda olmak, nimete kavuşmak ve azaptan kurtulmak için Allah’tan yardım diler: “Ya Rab! Bizi, Dosdoğru yola hidayet eyle! O yol, kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoludur; gazaba uğrayanların, sapıkların, dalâlette olanların değil.” Âmin!
 
Hz. Ali(r.a), “Kendisinde anlayış ve idrakin bulunmadığı hiçbir ibadette ve kendisinde düşünmenin bulunmadığı hiçbir kıraatte hayır yoktur” der. O halde, namazda okunan ayet, sure ve dualar anlaşılmalı, hissedilmeli ve düşünülmelidir. Yoksa o kutlu ifadeler birer tekrardan ibaret kalır.
 
Mümin, sadece namazda okuduğu ayet ve dualarla değil beden diliyle de kulluğunu ifade eder. Rabbinin huzurunda huşu ile el-pençe divan duran kul, bu kıyamın aynı zamanda sahte tanrılara karşı bir başkaldırı anlamına geldiğini bilmelidir.
 
Allah’a boyun eğip teslim olmayı ifade eden rükû ile kul, sadece O’nun karşısında eğildiğini; O’ndan başka hiçbir otoriteye boyun eğmeyeceğini ilân eder: “Sübhâne Rabbiy’el-Azim: Azamet sahibi Rabbimi yüceltir, O’nu noksan sıfatlardan uzak bilirim.”
 
Secde ise, ibadetin, itaatin ve de özgürlüğün zirvesidir: “Secde et ve (Rabbine) yaklaş”(Alak/19). Secde eden kul, Rabbini sonsuz yüceltip tesbîh ederken, kendi acizliğini, hiçliğini itiraf eder. O’ndan başka hiçbir varlığın karşısında yere kapanmayacağını ilân eder: “Sübhâne Rabbiy’el-A‘lâ: Yüceler yücesi Rabbimi tesbîh ederim.” İki kez secde ise, topraktan gelip tekrar toprağa dönüşü ifade eder.
 
Kıyam, rükû ve secde basamaklarını geçen mümin teşehhüdde, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) miraçta Rabbi ile aracısız sohbet etmesi gibi, doğrudan Yaratanına kalbini açıp kulluğunu arz eder. Tahiyye, tayyibe ve salevâtı Allah’a; selâmı, rahmeti ve bereketi de Nebi’ye ve O’nun adına salihlere sunar. Tevhid inancını bir kez daha tekrarlar. Rasûl’e ve âline salâtu selâmdan sonra annesine, babasına ve tüm müminlere hayırlar ve esenlikler diler; cehennemden korunmayı diler, kendisinin ve zürriyetinin dosdoğru ve sürekli namaz kılanlardan olmasını diler, diler de diler...
 
Nihayet “es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah” diyerek sağında ve solundakilere, tüm inananlara, salihlere, meleklere selâm verir; böylece namaz biter ama dua, niyaz, hamd, tekbir, tesbîh, zikir, fikir… Bitmez; zira bu müminin hayat tarzıdır.
 
Günde beş vakit böyle dosdoğru, özenle ve düzenli kılınan namaz, müminleri dosdoğru yoldan ayırmaz; onları Allah’tan başka varlıklara kulluktan korur, kötülük ve çirkinliklerden uzak tutar; böylece ebedi kurtuluşlarına vesile olur.
 
Bir tevhid eylemi olan namaz, müminleri pasif nesneler değil, aktif özneler kılar. Hz.Şuayb’ın kıldığı gibi bir namaz(Hûd/87), müminleri dünyadan eletek çektirmez, aksine onları zulme, şirke ve küfre karşı mücadeleye sevk eden bir dinamizm, bir direniş ve bir diriliş kaynağı olur.
 
Yıllar önce bir otobüsle yolculuk ederken sabah namazının vakti girmişti. Her yolculukta yaşadığım “namaz sancısı” her yanımı öylesine kaplamıştı ki, uyuyamıyordum. Şoför bir türlü mola vermiyor, vakit gittikçe daralıyordu.
 
Birlikte yolculuk ettiğimiz arkadaşıma yöneldim:
 
— Namaz geçmek üzere. Ben şoföre namaz için ricada bulunacağım. Durmazsa ineceğim, dedim. Kaşlarını çattı, alaycı bir ifadeyle:
 
— Ya sen aklını mı kaçırdın, dedi.
 
Şaşırdım, üzüldüm, kırıldım. Namazlarını kılan bir kimseydi o. Gerçekten ben aklımı mı kaçırmıştım? Otobüste mışıl mışıl uyuyup, Rabbimi düşünmeden oturmalı mıydım?
 
Kendimi sorguladım. Sabah namazını bu kadar düşünmekte haksız mıydım?
 
Oysa bir gece dayısına misafir olan babam, sabah hıçkırık sesleriyle uyanıyor. Dayısının oğlu çocuk gibi gözyaşı döküyor. Sebebini sorduğunda aldığı cevap ilginç:
 
— Sabah namazına kalkamadık. Baksana, güneş doğmuş; onun için ağlıyorum.
 
Evet, namaz için ağlanır, namaz için akıl kaçırılır, ona can ve canan feda edilir. Ne yazık ki, şimdi bu gerçek tam anlaşılmıyor.
 
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, sabah namazını düşünmek “delilik”, kalkamayınca ağlamak “gariplik” olabiliyor! Gerçekten sabah namazını kaçırınca üzülmemiz gerekmez mi?
 
“İmandan sonra en büyük ve en mühim mesele olan namaz”ın bir vakti geçirilince hiçbir şey olmamış gibi normal mi karşılamalıyız?
 
Sabaha kadar dünya kupası maçlarını izlemek mantıklı, ama Kur’an’da en fazla emredilen ibadet olan namazı düşünmek gereksiz mi? Oysa sabah uyanamadığı için üniversite sınavını kaçıran bir genç, üzüntüsünden, kahrından, yeri göğü yıkabiliyor.
 
Peki, Peygamberimizin (s.a.v.), iki ayrı hadiste, “Dünya ve içindekilerden hayırlıdır” dediği sabah namazının sünneti ve farzı, bir maç kadar önemli değil mi? Dünya ve içindeki tüm hazinelerden daha değerli olan sabah namazı, bir üniversite imtihanı kadar ehemmiyet taşımıyor mu?
 
Bir ankete göre, ülkemizde namaz kılanların oranı yüzde 25, kılmayanlar ise yüzde 75. Beş vakit namaz kılan mü’minler içinde, haftada, ayda veya birkaç ayda bir namazını kaçıranların sayısı oldukça fazla.

 
Oysa sabah namazı ve tüm farz namazlar, başta Peygamberimiz (s.a.v.) ve onun güzide ashabının üzerinde titrediği muhteşem bir ibadettir. Bir mü’min namazını kaçırdığında “aklını kaçırmış gibi” deli divane olmalı, dünyası kararmalı, yemek yiyecek bir iştah bulamamalı, kendini cezalandırmalıdır.
 
Ve hepsinden önemlisi, namazı kaçırmayı kesinlikle “sıradan” bir olay gibi görmemeli, “olabilir” kabul etmemeli; nefsine, gaşetine, uykusuna isyan etmelidir. Hemen, “Nerede hata ettim? Hangi tedbiri almalıyım ki, bir daha bu acıklı azaba düşmeyeyim?” diyerek çözüm arayışına girmeli, çözümü bulmalı ve derhal uygulamalıdır.
 
Çünkü söz konusu olan çocuk oyuncağı değil, basit bir hadise değil, üç günlük dünya hayatını ilgilendiren bir mesele değil. Sözünü ettiğimiz; bizim, kâinatın ve her şeyin Sahibi, Sultanı, Yaratıcısı olan Allah’ın huzuruna girme; Onun dergâhında secdeye kapanma; canımız, cananımız, biricik varlığımız, sevenimiz, sevgilimiz olan Zât-ı Zülcelâle ibadet etme meselesidir.

 
Dünyada hiçbir şey bundan daha mühim, daha lüzumlu, daha sevimli, daha vazgeçilmez olamaz. Eğer burada bir eksiğimiz varsa, hata bizdedir. Kulu olmakla iftihar ettiğimiz Rabbimiz bizden namaza karşı umursamazlık, vurdumduymazlık istemiyor. Ümmeti olmakla şereflendiğimiz sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), bize ihmalkârlığı değil, aksine hassasiyeti emrediyor.
 
Namaz konusunda nasıl bir durumda olursak olalım, ister onu haftada bir, ister yılda bir, hatta birkaç yılda bir kaçırıyor olalım; yeni bir ubudiyet şuuruyla donanmak, yeni bir cehd ve gayret kılıcını kuşanmak, yeni bir tebliğ ve ikaz harekâtı başlatmak durumundayız.
 
Namazı sevin ki, Allah ve Resulü (s.a.v.) de sizi sevsin.
 

 
Esma Sayın Ekerim
Araştırmacı - Yazar
hunkarsayin@gmail.com
Namaz anne kucağıdır. Anne nasıl çocuklarının hepsini karşılıksız sever, onları kucağına alır, bağrına basarsa, namaz da bütün ibadetleri kucağına alır, şefkatle sinesine basar. Namaz kocaman bir kalptir. Bütün ibadetleri içine alır.
 
Namaz, Allah’ın varlığı ve birliğine inancın duygusal, zihinsel ve ruhsal tasdikidir. Allah’tan başka ibadet edilecek bir varlığın olmadığının itirafıdır. Böylece namaz, tevhidin hakikatini ifade eder.
 
Namazda yemeden-içmeden ve cinsel isteklerden vb. uzak kalarak, bütün olumsuz duygu, düşünce ve davranışların kaynağı olan nefis kontrol altına alınır. Böylece namaz, insanın zihnini kötü düşüncelerden, gönlünü kötü duygulardan, dilini kötü sözlerden, kulağını kötü seslerden koruması yönüyle oruç ibadetini içine alır.
 
Namaz zamanı, canı, malı Allah’ın sevgi ve yakınlığını kazanma yolunda feda ederek ömrün hesabına hazırlanma olması sebebiyle zekât ibadetini içinde barındırır.
 
Eksi yirmi derecede Çeçen mücahidin arkasında bombalar düşerken namazına devam etmesi, namazın insanı, Allah yolunda canını bile feda edebilecek bir ruh zenginliğine ulaştırabileceğini gösterir.
 
Namaz insanlar arasındaki kardeşlik, birlik ve bütünleşme duygularını kuvvetlendirmesi, sevgi ve güven duygularını yaygınlaştırması sebebiyle hac ibadetini de içine alır. Hacda kurban kesilir; namaz ibadetinde de nefsin olumsuz duygu, düşünce ve istekleri Allah yolunda kurban edilir. Yine hacda, vakfe esnasında insan dua edip hatalarını sorgular, Allah’tan bağışlanma diler; namazda da kul, “O hesap gününün sahibidir” diyerek aynı ruh halini yaşar. Safa ile Merve arasında Rabbine ve Allah yolunda mücadeleye koşan kul, namazda, “Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet” diyerek Rabbini tercih ettiğini ve O’na sonsuz muhabbet duyduğunu belirtir.
 
Namaz tesbih ve tenzihi de engin gönlünün içine alır. Namaz kılan kul, “Rabbimi övgüyle ve sonsuz bir şükürle anıyor, secdede yüceler yücesi Rabbimi tesbih ediyor, O’nu kullara ait bütün eksik sıfatlardan tenzih ediyorum.” diyerek bütün kâinatla beraber Allah’ı anmanın ayrıcalığına kavuşur.
 
Namaz müminin kalbinin ilâcı olan dua ibadetini de içine alır. Namaz kılan kul, “Beni doğru yola hidayet et” diyerek istikametini diler. Namaz kılan mümin, “Allah’ım, Hz. İbrahim’in ailesine, dostlarına rahmet edip onları yücelttiğin gibi, Hz. Peygamber’in ailesine, dostlarına da rahmet edip onları yücelt” diyerek geçmiş ve gelecek bütün insanlık ailesi için duada bulunur. Namaz âşığı, “Rabbim, bana dünyada da ahirette de iyilik ver, beni ateş azabından koru; beni, annemi, babamı ve bütün inananları hesap gününde bağışla” duasıyla namazını tamamlar.
 
 

 
İslâm’da bir ibadetten beklenen netice, onun hayatımıza etki etmesidir. Bu da, o ibadetin şuurlu olarak yapılmasına bağlıdır. İşte namazın şuurlu olarak yerine getirilmemesi, pratikte faydasının olmaması demektir. Namazda bazı duygular kazanamazsak, namazın hayatımıza yeterli etkisi olmaz. Bu nedenle, Müslümanlar, hakkıyla namazı eda etmedikleri zaman hayatlarında iyilik namına bir değişiklik olmaz; ahlâkları Allah’ın istediği gibi ahlâk haline gelmez. Yani, o namaz, sahibini kötülüklerden alıkoymayan bir alışkanlıktan ibaret olur. Belki, sadece farz yerine getirilmiş olur.
 
Ümmet olarak içinde bulunduğumuz olumsuzluklar, sadece namazların terkinden değil, aynı zamanda onların hayatımıza yeterince etki etmeyişindendir.
 
İslâmi faaliyetlerimizin, tebliğ çalışmalarımızın ağır yürümesi, neticeye ulaşamaması, namazı terk ettiğimizden değil; namaz kıldığımız halde onu şuurlu olarak ve dosdoğru kılamayışımızdandır. Kısaca hareketlerimizdeki bereketsizlik buna bağlıdır. Başarılı olanlar ise, namazlarından gereken güç ve kuvveti elde edenlerdir.
 
Namazlarımız şuurlu ve gereği gibi kılınmazsa, Allah’a olan itaatimizde bir zayıflama, bir gevşeme olur. Her an Allah’ın emirlerine hazır olma duygusu kaybolur. Allah korkusu ve Allah sevgisi tesirini göstermez. Dolayısıyla Allah’ın emirlerine, O’nun kanunlarına karşı vurdumduymaz ve kayıtsız kalınır. Ama her namazda neler okuduğumuzun, Allah’ın bizden neler istediğinin farkında olursak, namazı gereği gibi kılmadaki esas maksat gerçekleşmiş olur. Hz. Ali (r.a.): “Anlaşılmayan bir ibadette hayır yoktur” diyor. Namazların bizdeki tesiri, onun anlaşılmasına bağlıdır. Böyle olmadığı takdirde, Müslümanlar bugün olduğu gibi uyumaya, uyutulmaya devam ederler.
 
Namazlar dosdoğru kılınmadığı zaman, namazla dirilme söz konusu olamaz. Âdet yerini bulsun cinsinden bir ibadeti, ne Allah-u Teâlâ emretmiş, ne de Resulullah (s.a.v) bize öğretmiştir. Mü’minlerin de böyle bir ibadete ihtiyacı yoktur. Çünkü anlaşılmadan yapılan ibadetin, hayatımıza tesiri olmaz.
 
Allah’ım! Bizleri namazı hakkıyla ikame edenlerden; dosdoğru kılanlardan eyle!
 
Allah’ım! Ümmet-i Muhammed’e namazla dirilmeyi nasip et!
 
Âmin!
 

 

 

İnsanlığın ilk kurumu ailedir. Aile toplumun çekirdeğini oluşturur. Cemiyetin en küçük birimi ve en temel ünitesi sayılan aile, anne, baba ve çocuklardan oluşur. Anne-babalar, çocuklarının maddî ihtiyaçlarını karşılamak ve onları manevî yönden terbiye etmekle görevlidirler. Çocukları, zihinsel ve bedensel yönden eğitirken, duygu ve düşüncelerini de eğitmek, çocuğun maddî gelişimini düşünürken, manevî hayatını da inşa etmek anne-babanın aslî vazifesidir.
 
İslâm dininin prensiplerini ve ahlakî kurallarını, bizzat uygulayıp yaşayarak, çocuklara öğretecek kişiler öncelikle anne - babalardır. Aile kurumunun, Allah tarafından tayin edilen maaşsız ve ücretsiz öğretmenleri olan anne - babanın vazifelerini, Kur’ân ve hadislerde ana hatlarıyla görmekteyiz. Bu vazifelerin en başta geleni hiç şüphesiz namazdır. Anne-babanın bu konudaki sorumluluğunu Kur’ân şöyle anlatır: “Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et...” (Ta-Ha/132). Bu ayette Allah Teâlâ Hz. Peygamber’den, ailesine namazı emretmesini, birlikte ona sarılmalarını, sabır ve azimle ona devam etmelerini istiyor. Ayetteki hitap, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şahsınadır. Bu hitabın içine genel olarak onun bütün ümmeti, hususî olarak da ehl-i beyti (Hz. Peygamber’in aile efradı) girmektedir.
 
Bu ayetin hükmü gereği Peygamberimiz, sabah namazına kalktığında Mescid-i Nebevî’ye gitmeden önce Hz. Fatıma ve Hz. Ali’nin evlerine uğrar, kapılarının önünde durur, “Ey Ehl-i Beyt! Namaza kalkınız” buyurur ve “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzab/33) mealindeki ayeti okurdu.
 
Peygamberimiz (s.a.v.), bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınız yedi yaşına ulaşınca, onlara namazı emrediniz...” (Ebû Davud, Salât, 26). Bugün dünyada zorunlu eğitim ve öğretime 6–7 yaşlarında başlanmaktadır. 15 asır önce Peygamberimizin eğitim yaşını 7 olarak belirtmesi, önemli bir tespit ve beyandır. Bu ifadeden, “Çocukları bu yaştan itibaren namaza alıştırın” hükmü çıkmaktadır. “Emir” kelimesinin kullanılmasında da bir hikmet söz konusudur. Bu şöyle de yorumlanabilir: “Siz ey mü’min anne-babalar! Namaz konusunda öyle titiz, öyle sıkı, öyle bilinçli davranınız ki, sanki yetişkin bir insana emir veriyormuşçasına, çocuğunuza namazı emrediniz, tavsiye ediniz, kıldırmaya,  sevdirmeye çalışınız. Hatta bir âmirin memuruna verdiği bir emrin yapılıp yapılmadığını kontrol etmesi gibi, siz de çocuğunuzun namaz kılıp kılmadığını kontrol ediniz. Yapmazlarsa gerekli önlemi alınız, kılıncaya kadar çaba sarf ediniz.”
 
Atalarımızın “Ağaç yaş iken eğilir” sözü, bir bakıma bu mübarek hadisin bir izahıdır. Çocuklar, küçükken eğitilip öğretilmediği, eğilip bükülmediği ve bir şeyin uygulamasına alıştırılmadığı takdirde, büyüdükleri zaman onları istikamete sokmak oldukça zordur.
 
Cenâb-ı Hak, “Ey inananlar, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun!” (Tahrim/6) buyurmaktadır. İşte, cehennem ateşine karşı en büyük kalkan, namaz ibadetidir. Anne-babası nın gayretiyle namazı seven ve namazla bütünleşen çocuk, ergenlik çağından itibaren yerine getirmekle yükümlü olduğu ilâhî emirleri severek yapar, yasaklardan ve kötülüklerden de aynı şekilde kaçınır. Böylece ilâhî azaptan kurtulur.
 
Allah’ın emirlerini yapan ve yasaklarından uzak duran bir aile içinde yaşamak, insan için mutluluk kaynağıdır. Bu saadet de ancak, namaz ibadetinin evde hâkim olması ile sağlanır.
 


Mehmet Göktaş
İlahiyatçı - Yazar
mehmethoca2@hotmail.com
 
Kendi kendimize şöyle bir düşünüp soralım ve samimi olarak cevap verelim: “Bir Müslüman olarak namazı seviyor muyuz? Her zaman için namaz kılmayı seven bir insan mıyız?”
 
“Namaz vakti gelse, ezan okunsa, namaz kılsam, canım namaz kılmak istiyor...” diyor muyuz hiç?
 
Midemizin açlık hissettiği ve bir şeyler yemek istediği gibi, günün belirli vakitlerinde namazın açlığını hissedip namaz kılma arzusu geliyor mu içimizden?
 
Karnımız iyice acıktığı zaman yanımızdakilerin konuştuklarını anlamaz hâle gelerek aklımızı yemeğe taktığımız gibi, namaza olan açlığımızdan dolayı da aynı durum meydana geliyor mu? Kafamızı namaza taktığımız oluyor mu?
 
Bazen canımız bir şey istediğinden dolayı belirli bir öğün olmadığı halde mutfağa girip bir şeyler atıştırdığımız gibi, farz olan vakitlerin dışında gönlümüz namaz kılmak istiyor mu, durup dururken iki rekât namaz kıldığımız oluyor mu?
 
Sözü uzatmadan söyleyelim: Allah Tealâ ile beraber olmayı arzuluyor muyuz?
 
Ezan sesi bizde nasıl bir etki yapıyor, ezanı duyduğumuzda çok müthiş bir müjdeli haber almışçasına gözlerimizin ışığı parıldıyor mu? Ezanın sözlerini tahlil ettiğimiz oluyor mu; tekbirler, tevhidler ve şehadetler kulağımıza ulaştığında ruhumuzun derinliklerine kadar ulaşıyor mu?
 
“Biraz sonra Allah Tealâ ile beraber olacağım. Rabbimin huzuruna varıp samimî bir şekilde kendimi O’na arz edeceğim. O’nun Kelâmını O’na okuyacağım ve O da beni dinleyecek. Her taraftan üzerime çullanan ve içerisinde boğulduğum şu atmosferden kurtulacağım. Beni boğmaya çalışan şu karanlıktan sıyrılacağım. Hepsini arkama atacağım. Beni Yaratanın huzuruna varacağım. O’nunla sanki yüz yüze geliyor gibi olacağım. O’na hâlimi arz edeceğim. Şu anda ne kadar mutluyum, ne güzel!” gibi duygu ve düşünceler geçiyor mu içimizden?
 
Samimî olarak cevap verelim: Sonra bu düşüncelerimiz bir bir gerçekleşiyor mu? Yani, Allah Tealâ’nın huzuruna vardığımızda O’nunla gerçekten sağlıklı bir iletişim kurabiliyor, beraber olabiliyor muyuz? Bunun en önemli belirtisi olarak da O’nunla olan bu beraberliğimizi uzatmak istiyor ve uzatıyor muyuz? Kıyamımızı, kıraatimizi, rükûumuzu, secdemizi ve son oturuşumuzu, yani her bir rüknü kendi içerisinde uzatıyor muyuz?
 
Evet, sırf Allah Tealâ ile olan beraberliğimizden dolayı uzatabiliyor muyuz rükünlerimizi, yani namazımızı?
 
Namaz bize ne verdi şimdiye kadar? Şu ana kadar kıldığımız namazlar bizi nereden nereye getirdi? İdeal bir namaz bir insana ne verebilir, nereden nereye getirebilir, biz bunun ne kadarını elde ettik?
 
Namazımız, çevremizdeki insanların fark edebileceği bir şekilde bizim şahsımızda bir değişiklik yaptı mı?
 
Namazla dirilişimiz, bu hayatî sorulara samimiyetle cevap vermekle mümkün olacaktır.

El-Hakim olan Allah (c.c.) bizlere ulaştırdığı her emir ve yasağında hikmetler gözetir. O’nun hikmetinden sual olunmaz, ama O, hikmetsiz de bir iş yapmaz. Mümin insana düşen, bu hikmetleri araştırıp öğrenmektir. Çünkü ibadetlerin hikmetini öğrenmek, amellere başka bir tat kazandırır. Bu manada, günün beş vaktinde her Müslüman’ın kılmaya çalıştığı dinin direği olan namazın hikmeti nedir?
 
Bu soruya Kur’ân, namazın bir hikmetini belirterek, şöyle cevap verir:
 
“Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl. Şüphesiz namaz; insanı her türlü hayâsızlıktan / çirkinlikten ve kötülükten alıkoyar” (Ankebut/45)
 
Peki, kıldığımız namazlar, bu sayılan güzel hasletleri bizlere kazandırıyor mu? Gerçekten beş vakit Allah’ın huzurunda durduğumuz halde, hayatlarımız namaz ile denetim altına alınabiliyor ve bu büyük kalkan tarafından korunabiliyor mu?
 
Bu sorulara gönülden “evet” diyemeyeceğimize göre, Efendimizin (s.a.v.) mübarek ellerinde yetişmiş ilk ve örnek nesil olan sahabelerin namazlarına bakmak zorundayız. Acaba, onların namazları ile bizim namazlarımız arasında nasıl bir fark var? Bu soruya belki çok çeşitli cevaplar verilebilir, ama bizce bu fark, yeterince huşu ve haşyet hâlinin olmamasına bağlıdır. Sahabe neslinin namazlarına huşu hâkim iken, ne yazık ki bizim namazlarımızda bu önemli özellik ihmal edilmektedir.
 
O halde, bu çağın inanan insanları olarak, hep beraber, namazlarımızda kaybolan bu önemli değeri yeniden inşa etmeye çalışmalı ve kaybolmaya yüz tutmuş namazlarımızı yeniden diriltmenin yollarını aramalıyız. Bu noktada “huşu ve haşyeti nasıl elde edebiliriz?” sorusunu sormalı ve buna doğru cevaplar bulmalıyız. İşte böyle bir gayret, bizi şu beş önemli noktaya getirecektir.
 
1. Tefehhüm: Bu ifade, yapılan ibadetin önem ve mahiyetini iyice anlamak ve kavramak demektir. Buna biz marifet de diyebiliriz. Namaza hak ettiği değer ve önemi verebilmek, Allah’ın ve Peygamber’inin bu ibadete yüklemiş olduğu kıymetin farkına varmak ve buna uygun bir kamet/duruş geliştirebilmektir. Etraftan duyduğumuz bilgilerle yetinmeyip namaz konusunda yazılan kitapları okumak, hiç değilse salât kelimesine Kur’an’ın yüklemiş olduğu anlamları öğrenerek, buna göre bir namaz bilinci oluşturabilmektir.
 
2. Huzur-u Kalp: Doğru bir tefehhümden sonra, namazda ceset-kalp bütünlüğünü sağlayabilmek huşuun ikinci şartıdır. Kalp huzuru zor olsa da imkânsız değildir; insanın amansız düşmanları olan nefse ve şeytanlara karşı vereceği mücadelenin meyvesidir. Eğer huzur-u kalp sağlanabilirse, insana bir gönül neşvesi meydana getirecektir. Bu neşve, aynen sahabe gibi, namazlardan zevk alma, namaza acıkma, onu özleme ve ona susama gibi şu an belki anlamakta zorlanacağımız özellikleri bize kazandıracaktır.


 
3-Ta’zîm: Namaz için kendisine yöneldiğimiz en üstün otoritenin karşısında, O’na yakışır bir saygı içerisinde olabilmektir. O makamın büyüklüğünün, kendimizin ise küçüklüğünün farkına vararak oraya yönelebilmektir. Seccadelerin karşısında tir tir titreyebilmek, sorumluluğun ve bize yüklenen emanetin ağırlığının bilincinde olabilmektir. Böyle bir şuur, sahabede uyandırdığı etki gibi, Allah karşısında titremeyi, ama başka hiçbir şeye eyvallah dememeyi sağlayacaktır.
 
4-Hayâ: Namaz için yöneldiğimiz makamdan hayâ edebilmek, o yüce otoriteden gereğince utanabilmek, O’nu hoşnutsuz edecek her türlü söz, fiil ve düşüncelerden uzak kalabilmektir. Allah’ın karşısında çekinerek durabilmek ve Hz. Osman gibi hayâyı kuşanarak hayatın tamamına onu hâkim kılabilmektir.
 
5-Recâ: Huşuun sağlanabilmesinin son şartı recâdır. Eldeki tüm imkânları kullandıktan sonra ümitsizliğe kapılmamak, ne yapsam olmuyor diye vesveselere davetiye çıkarmamak, eşsiz merhametin ve şefkatin kaynağı olan Rabbimizin namazlarımızı kabul edeceğini ümit etmektir.
 
İnşallah, bu önemli hususlara yeterince riayet edebilirsek, bizler de o ilk ve örnek nesil gibi namazlarımızdan gereğince istifade edecek, o namazlarla hem dünyamızı hem de ahiretimizi imar edeceğiz.
 
 
Şaban Döğen
Araştırmacı - Yazar
sdogen99@ttnet.net.tr
 
Kâinatta en yüksek hakikatin önce iman, sonra da namaz olduğunu düşündüğümüzde, namazda ne kadar çok sır ve hikmetin bulunduğunu hemen anlarız.
 
Peygamberimiz (s.a.v.), “Bana dünyadan üç şey sevdirildi” buyururken, bu üç şeyden birinin namaz olduğunu bildiriyor. Onun dilinde namaz, “gözümün nuru” şeklinde nitelendirilecek derecede önemli. Nursuz, ışıksız gözün görmesi mümkün olmadığı gibi, namazsız Müslümanlık da o kadar zor. Sahabenin, “Biz namaz kılmayana nerdeyse kâfir derdik” demeleri de bundan. Hz. Ömer’in şehadeti esnasında bile ağzından, “Namaz! Aman namaz! Sakın namazı ihmal etmeyin” cümlelerinin döküldüğünü biliyoruz.
 
Allah Resulü (s.a.v.), “Namaz dinin direğidir. Kim namazını kılarsa dininin direğini dikmiş olur. Kim de namazını kılmazsa dininin direğini yıkmış olur”  buyurmuşlardır.
 
 Bir başka hadis-i şerife göre, kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır. O halde, oturup düşünmeliyiz: Aklı, fikri, şuuru yerinde olan, sevmeyi ve sevilmeyi bilen hangi insan Rabbine yaklaşmak için can atmaz?
 
Bir genel müdür, milletvekili, bakan, başbakan veya cumhurbaşkanıyla görüşmek için can atanlar, nasıl olur da Allah’ın, kulunu namazla huzuruna kabul ettiğinin bilincinde olmazlar?



 
“Namaz mü’minin miracıdır” hadis-i şerifi, kulun doğrudan Huzuru İlâhî’ye kabul edildiğini göstermiyor mu? Bunun sevinç ve mutluluğundan yerinde duramamalı, neşe ve ferahtan uçmalı değil mi insan? O esnada bir nevi miraçta bulunduğunu düşünerek okuduğu her bir ayet ve duanın ne kadar engin anlamlar içerdiğini anlamakta da gecikmez.
 
Yetenekleri, duyguları şirazeden çıkmış, neye ne kadar önem ve değer vereceğini bilemeyen, dengeyi yitiren çağımızın insanı, dosdoğru yolun Allah’ın gösterdiği yol olduğunu, Kur’ân’ın insanı dünya ve ahirette mutlu edecek bütün esasları içine aldığını,  namazın bu noktada çok büyük bir yere sahip olduğunu biraz düşünse hemen anlayacaktır.
 
Her şeyi bırakıp namaza koşması gereken insan, niçin namaz kılmakta tembellik eder? Hangi iş, namaz kılmak kadar önemli ve öncelikli olabilir? Faydayı, zararı bilen insan nasıl olur da namaza koşmaz? Namazın sayısız fayda ve hikmetlerini niçin görmezlikten gelir?
 
Namaz, ideal noktaya ulaştırır insanı. Kıymetten düşüren her türlü davranıştan uzaklaştırır. Kur’ân’da, “Muhakkak namaz, insanı bütün kötülüklerden alıkoyar” buyrulur. İnsan denilen canlı makinenin çalışma sistemini bozan, aksatan kötülükler insanı huzursuz ve mutsuz etmekle kalmaz, stres ve bunalımlara atar.
 
Dünyada ruh ve kalbin gıdası, stres ve sıkıntıların ilâcı; kabirde ışık, sıratta Burak olan namazın yerini başka ne doldurabilir?
 
Peki, zifiri karanlıklardan daha karanlık olan kabirde ışığa ihtiyacı yok mudur insanın?
 
Hayat sadece dünya hayatından ibaret olsaydı; Ölüm, Kabir, Mahşer, Mahkeme-i Kübra, Cennet ve Cehennem olmasaydı, o zaman insanın kafasına estiğince yaşamasının bir izahı olabilirdi.
 
Mahkeme-i Kübra’da kulun ilk hesaba çekileceği amelin namaz olduğunu biliyoruz. Namazının hesabını kolay veren kişinin diğer sorgulamalarının o ölçüde kolay geçeceği, veremeyenin ise zor geçeceği de bir gerçektir.
 
Kârını düşünen, zarardan kaçan insan için namaz kılmak kadar önemli bir kazanç ve namaz kılmamak kadar büyük bir kayıp olabilir mi?
 

İş adamı dostlarımdan biri, ziyaretim esnasında bana sordu:
 
— Hocam, ben çok iyiyim çok iyiyim de, sadece bir kötülüğüm var, namaz kılamıyorum, ne yapayım?
 
Ona dedim: Bu hâlinle sen hem iyisin, hem de kötüsün. Namaz kılmadığın için vicdan azabı çekiyorsun. Bu iyi olduğunun delilidir. Namaz kılmıyorsun, bu da senin kötü yönündür. Şimdi seni bu kötülükten ve kötü yönünden kurtarmak için bir misal vereceğim:
 
Duysan ki, Başbakan’dan bir davet gelmiş: “Gebze’de ne kadar iş adamı varsa hepsini falan gün, falan saat Ankara’da, başbakanlıkta görüşmeye bekliyorum.” demiş. Şimdi elini vicdanına koy ve düşün. Acaba Gebze’de bu davete koşmayan bir iş adamı kalır mı? Kalmaz. Neden? Çünkü emir büyük yerden geliyor. Çünkü Başbakanla görüşmek bir şeref.
 
Şimdi soruyorum: Başbakan’ın davetine koşup Âlemlerin Rabbi ve bütün başbakanların da Rabbi olan Allah’ın davetine koşmayan, bunu şereflerin en büyüğü görmeyen adam, akıllı adam olabilir mi, Vehbi Koç kadar serveti dahi olsa?
 
Şu halde nefis ve şeytan seni namazdan alıkoymak istedikleri zaman derhal emrin ve davetin nerden geldiğini düşüneceksin. Bu düşünce seni yerinden fırlatacak, elindeki nimetlerin sahibine koşturacak, Onun sevdasıyla seni coşturacak, Ona karşı minnet ve şükran borçlu olduğunu, bunun da ancak namazla mümkün olacağını sana söyleyecektir.
 
Kaldı ki namaz kılmamak bir kötülük değil, bin kötülüktür. Namaz kılmayan, en büyük kötülüğü önce kendine yapıyor. Çünkü Allah’ın hakkını vermiyor. Allah’ın hakkını vermeyen, başka haklara dikkat edemez. Etse de makbule geçmez. Çünkü namaz kılmadığı için Allah ondan razı olmaz. Namaz kılan insanın meşru her işi ibadet olur, ona sevap kazandırır.
 
Allah’ı aldattığını ve atlattığını sanan ve namazını kılmayan nefis aslında kendisini aldatmaktadır, haberi yok.
 
“Harmanımı yeller aldı,
Bir yâr sevdim eller aldı,
Benim benden haberim yok.”
 
diyen nasıl ihmalkârlığından ve gaşetinden dolayı dizlerini dövüyorsa; ömrünü namazsız geçiren adam da yaptıklarının hiçe gittiğini görünce:
 
“Eyvah! Sağlığımı yıllar aldı,
Servetimi eller aldı,
Benim benden haberim yok.?
 
diyecek ve dizlerini dövecektir.
 
Zaman sel dolaplarını süratle çalıştırıyor, ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Her şey elinden çıkmadan çabuk ol, daha fazla zarar etmeden geçmiş namazlarını kaza et ve Yunus’u dinle:
 
“Ölüm haberi gelmeden,
Ecel yakamız almadan,
Azrail hamle kılmadan,
Gel gidelim Dosta gönül.”
 
Namaz kılmamakla bütün kötülüklere kapıyı açık tutuyorsunuz, demektir. Çünkü namazı emreden Allah, namazın insanı, bütün kötülüklerden, ahlâksızlığın her çeşidinden bizi koruyacağını açıklıyor.

Veysel Akkaya
Araştırmacı - Yazar
veyselakkaya@gmail.com
 
Efendimiz’e iman etmiş, davasına gönül vermiş bir sahabe Abdullah İbni Ümmü Mektûm. Maddî gözleri görmüyor. Manevî gözü ise açık. Her vakit camide Allah’ın huzurunda divan duruyor. Nasıl mı dersiniz? Bazen bir arkadaşının, bazen de elindeki değneğinin yardımıyla, bütün zorluklara katlanarak...
 
O günün şartlarında geniş yollar yok. Bir yağışta birçok yer çukur olmakta. Bu tür sebeplerle Abdullah’ın küçük kazalar atlatmadığı gün nadir. Arkadaşları onun hâline üzülüyorlar.
 
 Peygamberimiz'den izin istemesi gerektiğini söylüyorlar. İzin çıkarsa ondan sonra bütün görmeyenler için bir mazeret kabul edilecek bu.
 
Abdullah (r.a.), “Allah Teâlâ’nın sabah akşam camiye gidip gelenin, her gidiş gelişinde ona cennette bir ikram hazırladığını” (Buhârî, Ezan, 37), gönlü mescitlere bağlı olanların kıyamette arşın gölgesinde gölgeleneceğini çok iyi biliyor. Ve Resulüllah’ın (s.a.v.): “Üç kişi birlikte bulunur da, namazı cemaatle kılmazlarsa, şeytan onları kuşatıp mağlûp eder. O halde cemaate devam edin. Sürüden ayrılan koyunu kurt yer.” (Ebû Dâvûd, Salât, 46) buyurduğunu da biliyor.
 
Fakat Abdullah (r.a.) görmüyor. Sabah akşam ona eşlik edecek kimsesi yok. Son zamanlar “Belki Efendiler Efendisi bunu mazeret sayar, ben de evimde kılarak bu sevaba erişirim” diye düşünüyor. Bir gün bütün cesaretini toplayarak Mescitte huzura çıkıyor ve şöyle diyor: “Ya Resûlallâh! Beni mescide getirecek bir kimsem yok. Namazlarımı evde kılmama müsaade var mı?” Rahmet Peygamberi ona izin veriyor. Abdullah (r.a.) düşüncesinde haklı olduğunu ve sormakla ne kadar iyi ettiğini düşünüyor. Dönüp giderken birkaç adım sonra Efendimiz’in sesini duyuyor:
 
— Sen namaz için ezan okunduğunu işitiyor musun?
 
— Evet…
 
— O halde davete katıl, cemaate gel! ( Müslim, Mesâcid, 255)
 
Resulüllah’ın (s.a.v.) cemaatle namaza ne kadar önem verdiği ortada. Görmeyen bir sahabenin cemaatsiz namaz kılmasına gönlü hiç râzı olmadı. Gözleri gören, sağlığı sıhhati yerinde olan bizlerin cemaate gelmemesini nasıl karşılayacağını varın siz düşünün.
 
 
Çünkü Efendimiz: “Camiye komşu olanın namazı, ancak camide kıldığı takdirde (kâmil manada) namaz olur.” buyurmuştu. Hz. Ali caminin komşusu ifadesini “müezzini işiten herkes” olarak açıklamıştı. (Beyhakî, III, 57) Günümüzde müezzini duymamak neredeyse imkânsız gibidir. Korku (tehlikeli bir durum) ve hastalık dışında cemaate katılmayanın kıldığı namazın (tam bir sevapla) kabul edilmeyeceği (Ebu Dâvud, Salât 47) haber verilmiştir.
 
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) cemaatini takip eder, gelmeyenleri arayıp sorardı. Gelmeyenler ya münafıklar ya da çok hasta olanlardı. Bir sabah namazı sonrasıydı. “Filan kimse namaza geldi mi?” diye sordu. “Gelmedi.” dediler. “Filan geldi mi?” Yine “Gelmedi.” dediler. Bunun üzerine:
 
İşte bu iki namaz (yatsı ve sabah) münafıklara en ağır gelen namazdır. Bunlarda ne kadar çok ecir ve sevap olduğunu bilseydiniz, diz üstü emekleyerek de olsa cemaate gelirdiniz. Birinci saf meleklerin safı gibidir. Ondaki fazileti bilseydiniz, ona yarışarak giderdiniz. Bir kimsenin diğer bir kimseyle birlikte kıldığı namaz, yalnız kıldığı namazdan daha bereketli ve sevabı daha fazladır… Beraber kılanların sayısı ne kadar çok olursa, Allah Teâlâ’nın o kadar çok hoşuna gider.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 47)
 
Bütün bunlardan sonra şunları söyleyebiliriz:
 
Camiler ümmet olarak hayatımızın ayrılmaz bir parçası olmalıdır.
 
Cami merkezli bir hayat tarzı yaşamamız gerekmektedir.
 
Camisiz, cemaatsiz bir Peygamber hayatı hayal etmek imkânsızdır.
 
Ona iman ettiğimize göre ve onun yolunda olmamız gerektiğine göre, ümmeti olarak bizlerin de camisiz ve cemaatsiz bir hayatı olmamalıdır.
 
 
 
  Bu websitesinin sahibi "Top liste" ekstrasını daha aktive etmemiş!  
Büyük İslam Arşivi  
   
haberler  
  Yeni Sayfa 1
   DUYURU    PANOSU
  
:
.



10/07/2010 :
.
    KODYAĞMURU
 
ziyaretçi listesi  
   
Bugün 4 ziyaretçikişi burdaydı!

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol